top of page

Aşkın Işığından Ayrılığın Gölgesine


İnsan ruhunun en büyük serüvenlerinden biri olan aşk, insanın varoluşuna dokunan en güçlü duygulardan biridir. Bu serüven bazen yürek burkan bir tutku, bazen sessiz bir bağlılık, bazen kim olduğumuzu yeniden keşfetmemizi sağlayan bir ayna, bazen bitmek bilmeyen bir çatışma…


8 milyar insan, 8 milyar aşk tarifi , 8 milyar aşk…


Yazılanlara ve yapılan araştırmalara bakarak en ortak noktanın aşkın temel düzeyde bir çekimle başlaması olduğunu görebiliriz. Bazen bir bakış, bir kelime, bazen yalnızca bir his.

Aşkın vücuttaki etkileri sorulduğunda, beyinde dopamin patlamaları, kalp atışlarının hızlanması, uykusuz geceler, karnımızda oluşan kelebekler gibi binlerce tanımlama yapılabilir.


Yıllarca adına şarkılar, şiirler, romanlar yazılan aşka psikolojik olarak baktığımızda sonuç aynıdır: Herkesin tanımı birbirinden farklı ve büyüleyicidir. Temel olarak aşk, karmaşık ve çok katmanlı bir duygusal deneyimdir. Biyolojik, bilişsel ve duygusal süreçler, bu katmanları oluşturan parçaların ta kendisidir.

Elaine Hatfield, aşkı tutkulu aşk ve bağlılık temelli aşk olarak ikiye ayırmıştır. Tutkulu aşk, yoğun duygular, güçlü arzu ve saplantılı düşünceleri temsil ederken; bağlılık temelli aşkı daha sakin, güvenli ve uzun vadeli bir bağ olarak nitelendirmiştir.


Freud,Sigmund Freud, aşkın temelinde libidinal (cinsel ve duygusal) enerjinin yattığını öne sürer. Freud'a göre birey, çocukluk döneminde anne veya baba figürüne yönelik geliştirdiği bilinçdışı arzuları yetişkinlikte romantik ilişkilere yansıtır. Bu nedenle aşk, bilinçaltındaki tamamlanmamış duygusal süreçlerin bir dışavurumu olarak görülebilir.

Jacques Lacan, aşkı bilinçdışı arzularımızın yansıması olarak ele alır. Ona göre aşk, "Öteki" ile kurulan bir ilişki biçimidir ve bireyin kendini eksik hissettiği noktada devreye girer. Lacan, aşkın özünde "bir başkasına kendini eksiksiz olarak sunma yanılsaması" olduğunu söyler. Aşk, "arzu" ile doğrudan bağlantılıdır ve bu arzu hiçbir zaman tam anlamıyla doyurulamaz. 

Carl Jung ise aşkı, "anima" ve "animus" kavramları üzerinden ele alır. Ona göre erkeklerin bilinçdışında "anima" adı verilen dişil yönleri, kadınların bilinçdışında ise "animus" adı verilen eril yönleri bulunur. Aşk, bu bilinçdışı yönlerin projeksiyonu olarak gelişir. Başka bir deyişle, aşık olduğumuz kişi, kendi iç dünyamızda eksik hissettiğimiz parçaları tamamlayan bir yansımadır.

Robert Sternberg, üçgen aşk kuramı terimini ortaya koymuş ve bu kurama göre aşk; tutku, yakınlık ve bağlılık kombinasyonlarıyla aşk türlerini oluşturur. 

Evrimsel psikolog Helen Fisher ise aşkı çekim, tutku ve bağlılık olarak ayırmış ve bu süreçlerin beynin farklı kimyasallar tarafından düzenlendiğini belirtmiştir.


Aşk, yalnızca coşkulu başlangıçlardan ve derin bağlılıklardan ibaret değildir; bazen de kayıpları, vedaları ve içimizde derin izler bırakan ayrılıkları beraberinde getirir. Aşk, insan psikolojisinin en güçlü duygusal deneyimlerinden biridir. Ancak aşkın en az kendisi kadar doğal, derin ve sarsıcı bir yönü de ayrılık ve kayıpla gelen aşk acısıdır. 


8 milyar insan, 8 milyar ayrılık tanımı ve 8 Milyar Ayrılık…


Aşk acısını değerlendirirken bilinçdışı süreçler, çocukluk travmaları ve nesne ilişkileri bağlamında ele alırız. Freud, aşk acısını 'yas ve melankoli' kavramları çerçevesinde değerlendirirken, kaybedilen nesnenin bireyin ruhsallığında nasıl içselleştirildiğini ve bilinçdışında nasıl etki uyandırdığını inceler. Aşk acısı, sadece güncel bir kayıptan kaynaklanmaz; aksine, bilinçdışında çok daha derin ve eski kayıpları tetikler. Freud’un 'tekrarlama zorlantısı' kavramı, bireyin çocukluk travmalarını tekrar eden  benzer ilişkilere yöneldiğini gösterir. Bu nedenle aşk acısı, geçmişte yaşanan başka bir kaybın, sevgi nesnesinden mahrum kalma deneyiminin güncellenmiş bir versiyonu olabilir. Kişi, bilinçdışı bir şekilde, erken çocukluk dönemindeki terk edilme deneyimlerini aşk ilişkileri üzerinden yeniden sahneler. Freud, aşk acısının yalnızca yüzeyde yaşanan bir duygu olmadığını, bilinçdışı süreçlerle iç içe geçtiğini ve bireyin ruhsal gelişiminde önemli bir dönemeç olduğunu gösterir. Aşk acısı ve bağlantılı olarak yas sürecini sağlıklı bir şekilde aşmak, bireyin kendini tanıması, bu süreci anlamlandırması ve yas sürecini sağlıklı bir şekilde geçirebilmesi ile mümkündür. 


Carl Jung "Ayrılık, yalnızca bir bitiş değil, aynı zamanda bir yeniden doğuş ve kişisel büyüme fırsatıdır. Gerçek anlamda kendini tanımak, bazen eski bağların kopmasıyla mümkün olur." Büyümek ve iyileşmek beraberinde sancılı süreçleri getirir. Belki de büyümek, sancılı olursa büyümek olur. Bu bağlamda bakıldığında ayrılık, bireyin kendi eksiklerini ve bilinçdışı yönlerini keşfetmesine yardımcı olan bir süreç olarak görülebilir.

Terapi süreci, bu anlamda bireyin kendi iç dünyasını keşfetmesine ve kaybı dönüştürerek daha sağlam bir benlik geliştirmesine yardımcı olur. Böylece aşk acısı, sadece bir kayıp değil, aynı zamanda içsel bir büyüme fırsatı olarak da görülebilir. 


Bilim, aşkı nörotransmitterlerin dansı olarak açıklarken, edebiyat onu efsanelerle ve şiirlerle süsler. Psikoloji ise aşkın derinliklerine inerek, çocukluğumuzdan miras kalan bağlanma stillerimizin, korkularımızın ve hayallerimizin yansıması olarak gösterir. Belki de aşk, tüm bu tanımların ötesinde, sadece yaşanması gereken bir serüvendir. Planlanmaz, kontrol edilmez, formüllere sığmaz. Ne olursa olsun aşk, insanın hem kendini en çok bulduğu hem de en çok kaybettiği yerdir.




-Beyza KADER & E. Şeyma BİLMEN


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page